SON DAKİKA

4 Aralık 2009 Cuma

EZEL: Bir İntikam Masalı İncelemesi





Nereden başlamalı bilemedim... Ne zaman düzenli yazmaya karar versem araya bir çok şey giriyor ve ben gene ara vermiş oluyorum doğal olarak. Aslında yoğun bir mesainin ortasındayım ya gene de bir yorum üstüne bir şeyler karalayayım dedim. Bu seferki konumuz son dönemin en popüler dizisi EZEL üstüne kısa bir değerlendirme olacak.


Ay Yapımla ilgili bundan önce epey bir şeyler karaladığım zaman emin adımlarla ilerleyen bir şirket olduğundan bahsetmişim. O zamandan bu yana bir diziyi bitirip (Dudaktan Kalbe) yerine iki dizi (Ezel ve Samanyolu) başlattılar. Eskiden kalan iki dizileri de aynı hızıyla yoluna devam ediyor. İşte bu başlattıkları iki diziden biride Ezel'di. 


Aslında daha başlamadan evvel bu dizi de bir şeyler var demiştim kendi kendime. Sonra ilk bölümü izler izlemez evet dedim bu dizi tutacaktır. Bu kanıya varmamın belirli başlı sebepleri vardı.





Birinci sebebi basitti: Kenan İmirzalıoğlu. Şimdi diyeceksiniz neden? Bu adamın belirli bir izleyici kitlesi var. Şu ana kadar hangi dizide oynadıysa reyting sıkıntısı çekmeden dizi kendini tüketmeden bitmedi. Üstelik bir süredir ekrandan da sinemadan da uzak oluşu yüzünden izleyicisi onu özlemişti. Bu yüzden Kenan İmirzalıoğlu hem rol için hem de ekran için iyi bir seçimdi. İşin gerçeği bu rolü Kenan İmirzalıoğlu dışında türkiyede kim oynar diye sorsalar sanırım verebileceğim bir cevap az çok olmazdı. Belki Özcan Deniz olabilirdi ki onun izleyici kitlesi Kenan'ınki kadar çok değildi.




İkinci sebebiyse prodüksiyondu: Dizi için çok para harcandığı bir çok kişinin olmak istediği yerleri olanca kalitesiyle gösteriyordu dizi. İzleyen kişilerin erkek kesimi ki bu epey bir kısmını alıyor kendini Ezel'in yerine koyuyordu. Herkes yaşadığı son aşk acısını, aldatılma, ihanet hikayesini Ezel gibi çözmek isterdi sanırım ama elbette Ezel'in bir bölümde de dediği gibi ki şu an unutsam da bu söz başka bir  yazara aitti: "Hepimiz kendimizi romanların baş kahramanları sanıyoruz, oysaki bizim hayatlarımız o kadar önemli değil." Ama buna rağmen izleyiciler Ezel'in yaşadığı yerlerde yaşamak, arabalara binmek istiyor muydu istiyordu. 


AMAAAA! bu dizinin en büyük handikabı ev hanımları için çok da ilgi çekici bir dizi olmayışıydı. Daha çok erkekler üstüne kurulu bir hikayeydi ki bunun örneğini Bıçak Sırtında görmüştük ne kadar kaliteli olsa da Reyting açısından iç açıcı olmuyordu. İşte burada üçüncü sebep işin içine girdi:


Üçüncü sebep başarılı hikaye dağılımıydı. Hikaye içinde aşkının ve arkadaşları tarafından kaybedilmenin acısını yaşayan bir karakterin, yani Ezel'in intikam hikayesini izliyorduk. Ama bunun yanında hem dizinin 90 dakikalık serüvenini daha izlenir kılıp araya bol bol müzikli sahneler koymamak için düşünülmüş flashback/geriye dönüş'ler hem bize daha Ev hanımlarına uygun bir hikaye sunuyordu. Anne oğul ilişkisi, Aşk ilişkisi ve yanında ilerleyen asıl hikayeyi de etkileyen ve pek bir sevilen entrikalar. İlerleyen bölümlerde bu flashback'ler azalsa da Ezel ile Annesi arasındaki ilişkinin, kardeşi arasındaki ilişkinin işlenişi bu tip ev hanımı seyircileri de diziye çekti.


Ama bunca şey dizinin tutması için yeterliydi de bu diziyi bu kadar popüler kılan kısmı bu değildi. Hikayesi bakımından Monte Kristo kontundan olanca imkanlarıyla esinlenmiş bir hikaye aslında kötü bir dizi olsaydı şöyle yorumlanıp geçilirdi: "Çakma Monte Kristo kontu. Kitabın için etmişler..."







Bu dizi öyle olmadı. Neden mi? Çünkü hikayeyi iyi tahlil etmiş bir yazar grubuna sahip oldukları açıktı. Senaryoyu yapı-bozuma uğratan ekip: Hikayeyi  günümüzde genç izleyici kitlesinin tercih ettiği amerikan dizileriyle harmanlayıp gelecek-geçmiş ilişkisiyle olanca tadıyla verdiler. Ve araya güzel detaylar ekleyerek daha üst seviye olarak adlandırılabilecek izleyiciyi de katharsise uğratan bir dizi yarattılar. Örnek vermek gerekirse kötü bir karakterin dizinin ilerleyen bölümlerde iyilerin tarafından çıkması veyahut arka planda kalmış bir güvenlik şefinin ölüm hikayesinin bir süre sonra ölen adamın oğluyla yeniden gün yüzüne çıkması gibi. İzleyiciyi oldukça başarılı şekilde ters köşeye yatırmayı bilen bir dizi yapmışlardı. Bir diğer nedense prodüksiyondu. Üstte de bahsettiğim gibi diziye çok para harcamışlardı. Bunun yanında iyi bir casting de kurmuş ekip. Rolüne o kadar uygun ve uyumlu oyuncular seçilmiş ki ve gene bu oyuncular gerçekten o kadar iyi oyuncular ki izleyici dizinin içine hemen çekiyorlar.


Diziyle ilgili belki daha söylenecek çok söz çok fazla şey vardır elbette ama ben daha çok dizinin küçük bir değerlendirmesini ve neden bu kadar popüler olduğuyla ilgili az çok bir değerlendirme yapmak istedim. 

24 Ekim 2009 Cumartesi

Kosmos - Reha Erdem'den Bir Deli Hikayesi




46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin Final Gecesinde, Erden KIRAL yılın en iyi filmini söylemek için sahnede yerini aldığında ağzından şu sözler dökülüyordu: "Mevlevilikle, Şamanizmi bir araya getiren bir film... KOSMOS"

Bu seneki Altın Portakal'a damgasını vuran iki film vardı. Biri İnan TEMELKURAN'ın Bornova Bornova'sı (5 dalga ödül aldı) bir diğeri ise Reha ERDEM'in Kosmos'uydu. TEMELKURAN'ın filmini hala izleyememiş olsam da Reha ERDEM'in Kosmos'unu festival kapsamında izleme fırsatı bulabildim ve iyi ki de bulabildim. Zira ERDEM'in filmleri festival kapsamında izlenmediği ve DVD'si çıkmadığı sürece ulaşması zor filmler. Vizyonda pek de uzun süre yer edinemiyorlar. Bunun örneğini geçen seneki Hayat Var'da görmüştük. Neyse bu bir başka mevzu diyerek filmin kısa bir değerlendirmesine geçelim.

Mücizeler yaratan bir deli'nin öyküsü Kosmos. Bir çeşit halk kahramanı/anti-kahramanı olan Kosmos'un yolu bir gün uzak diyarlardan birine Kars'a düşecektir ve karşısına çıkan zor durumdaki insanlara mucizeler sunacak, aşık olacak, aşık olmaya aşık olacak ve zaman zaman mevlana'dan, şaman kültüründen dem vuracak ve etrarındaki insanlara ne olursan ol gel diyecek ama kovulacak.

Çok kültürlü, çok güçlü bir film KOSMOS. Bir bakıma Türk sinemasında son yıllarda görülen ve amiyane tabiriyle Nuri Bilge CEYLAN sineması olarak adlandırabileceğimiz sinemanın dışına çıkan sonuna kadar ustaca bir film. Benim ağzımda Bunuel, Godard filmleri tadı bırakan ama bunun yanında sonuna kadar bizim öykümüz olan bir film Kosmos.

Hakkında daha uzun daha derin şeyler yazmak için bir kez daha izlemem gerekiyor; bunun için de vizyon tarihini büyük bir hevesle bekliyorum.

Şimdilik bizde kalansa filmin fragmanından başka bir şey değil ve fragmanı bile bize  bir çok sunuyor:



KOSMOS-Reha Erdem from Pelin Gunes on Vimeo.

14 Temmuz 2009 Salı

Anime dediğin nedir ki, üç beş çizgi! | Naruto Üzerine

Naruto Serisi

Ön sıra Sol baştan (Sakura, Naruto, Sasuke)
Arka Sıra (Kakashi Sensei, Iruka Sensei) 

Animelerle sıkı fıkı bir ilişkim olduğunu söylemem doğru olmaz. Ne Manga okumuşluğum vardır şu ömrü hayatımda, ne de Anime'leri üçer beşer izlemişliğim. Vakti zamanında Death Note adlı anime serisini bir final dönemi öncesi sırf senaryosunun güzelliğine izlemiş, daha sonraları aslında bir anime olup olmadığı bile tartışılan Amerikan menşeili Avatar The Last Airbender'ı izledim o kadar. Bir kaç bölümlük de Fullmetal Alchemist maceram olmadı değil. O yüzden bugün burada bir anime üzerine bir şeyler yazarken baştan bir hatam olursa af dilerim Anime severlerden. Çünkü burada Naruto adlı anime serisini salt bir animeden çok bir dizi olarak ele alacak ve üstüne düşündüklerimi notlarımı yazacağım. Bu kadar sözden sonra 3 - 2 - 1 diyerek başlayalım...


İyi'nin ve Kötünün Son Bulmayan Savaşı

İyi ve Kötü, ahlaki iki kavram. Birbirine zıt, birbirlerini doğuran bu iki kavram şu edebiyat tarihinde (Daha da geriye gidersek mitolojik öykülerde sürekli karşımıza çıka çıka bitmediler. En son zamanımızın en bi' popüler dizisi Lost'u da bu yönde giderken gördük. Aslında basit bir senaryo mantığından ibaret her şey. Birbirlerine zıt bu iki kavramın yarattığı çatışma her zaman için ilgi çekici olmuştur ve bir de iyi işleyen ellerin arasında müthiş eserlere dönüşebilmişlerdir. Ama başarısız ellerde beş para etmeyecekleri de aşikardır...

Bugünki iyi kötü hikayemiz'in başrolünde Naruto var. Kısaca hikayesine baktığımızda zaman ve mekan kavramı pek bizimle aynı olmayan bir fantastik dünyada yaşayan ninjaların hikayesi Naruto. Saklı (Hidden) ninja köylerinin zaman zaman birbirleriyle üstünlük hikayelerini zaman zamansa daha büyük kötülerin aslında çok aşina olduğumuz daha fazla güç isteğini veyahut nefretini anlatan bir öykü.

Hikayemizin baş kahramanı Naruto, 12 yaşında (Olmalıydı tam da emin değilim dizi başladığındaki yaşından) küçük bir ninja adayı. Tabi Naruto'yu ilgi çekici yapan -belki tam manasıyla bir karakter yapmasa da güçlü bir tip yapan- yan özellikleri de mevcut. Bu yan özelliklere girmeden önce Ninja Dünyamız'da bir 12 yıl kadar geriye giderek daha dizinin ilk bölümünden bize sunulan küçük bir bilgiyle devam edelim.

Vakti zamanında Konoha'nın (Gizli Yaprak Köyü) başında büyük bir dert varmış. Bir çeşit doğal afet gibi görülen ve Japoncada Kyubi (9 kuyruk manasına geliyor. Çünkü bu doğal afet saydıkları yaratığık 9 kuyruklu şeytan tilki oluyor) ismiyle anılan bir tilki tarafından köy yerle bir edilmekteymiş. Elbette köyün koruyucaları -ki aslında ülkenin de koruyucuları oluyorlar- shinobiler (yani türkçe mealiyle ninjalarımız) Kyubi'ye karşı savaş verseler de çok başarılı olamamışlar. Bu devasa güçteki yaratık karşısında bir çok insan hayatını kaybetmiş. Fakat birgün Naruto dünyasında genelde hikayesi sır olsa da Efsane Hokage olarak anılan -Hokage Gizli Yaprak Köyünün lideri olan ninjanın ünvanı oluyor- Yondaime Hokage (Yani Dördüncü Hokage) tarafından kendi hayatı pahasına mühürlenerek saf dışı bırakılmış. Ve Kyubi'nin mühürlendiği yerse bir çocuğun; yani bizim baş karakterimiz Naruto'nun bedeninden başkası değilmiş.

Aslında hiçbir suçu olmasa da yıllarca köye büyük zararlar veren bu Kyubi korkusu Gizli Yaprak Köyü sakinlerini o kadar nefretle doldurmuşlar ki bizim küçük Naruto'muz bu yüzden yalnız bir çocukluk geçirmeye mahkum olmuş. İşte bizim ana hatlarıyla hikayemizin temelini oluşturan bu yalnızlığı yıkmak için canla başla çalışan ve kendi sözleriyle "Bir gün Hokage olacağım" diye uğraşan Naruto ve Naruto'nun dostlarının hikayesinden başkası değil. 

Hikaye ile ilgili daha çok şey anlatmak istesem de bundan sonrası büyük oranda spoiler sayılacağından bu kadarıyla yetinerek yazıma devam edeceğim.

Naruto - Bu Benim Ninja Yolum

Naruto (Sarı Saçlı Olan) ve En büyük Dostu/Düşmanı Sasuke

Naruto'yu bu kadar çok sevdiren ve izlettiren şey sadece kurulu dünyanın sağlam bir hikayeye sağlam olmasından ibaret değil elbette. İlerledikçe karşımıza Naruto dünyası ile ilgili bir çok sır ve gerçek ortaya çıkıp bizi bu dünyaya daha bir bağlasa da aslında olay Naruto ve Naruto'nun en yakın arkadaşı olan Sasuke'nin karakter değişimleri ve gelişmesinin hikayesi. 

Biri insanlarla sonunda bağ kurarak yalnızlığından kurtulmuş olan ve içinde çok büyük bir güç barındırsa da bir miktar amiyane tabiriyle salaklığı yüzünden hep ezilen küçük görülen Naruto; diğer ise tüm ailesi ve klanı bir kişi tarafından katledilerek yalnızlığa mahkum edilen ama doğuştan gelen güçleri sayesinde (Sharingan gözleri) oldukça güçlü ve ailesini öldüren kişiden intikam olmak isteyen Sasuke. İşte bu iki kahramanın zaman içindeki gelişimleri, Naruto'nun kendini kanıtlama çabası, Sasuke'ninse intikam hırsıyla dolu ruhunun kendini her daim güçsüz görmesi tabanında ilerleyen hikaye zaman zaman biraz fazla boş bölümlere sahip olsa da sırf Naruto için bile izlenebilecek bir diziyi ortaya çıkarıyor. Evet sırf Naruto için izlenebilecek kıvamda bir dizi çünkü özellikle ilk seride (Naruto adlı anime ilk seri, Naruto Shippuuden ise ikinci seri oluyor) kimseye kendini kabul ettiremeyen Naruto'nun güçlenerek kendini küçük gören kişileri bir bir yenmesi özellikle zaman zaman büyük bir gaz veriyor izleyiciye. Ve özellikle Naruto'nun yılmadan savaş vermeye devam etmesi, her şeye rağmen savaşması da oldukça motive edici insanı.

Hakkında daha da uzun daha da çok şeyler yazılabilecek olsa da seriyi animesi üstünden takip etmemden dolayı ve tüm bölümlerini bitirip yenileri beklemekte olduğumdan dolayı söyleyeceklerim bu kadarla kalıyor. Özetle sıkı bir dizi Naruto, izlemesi zevkli zaman zaman güldüren, bazen kabul etmek gerekirse duygulandıran ve bunun yanında sıkı savaş bölümleri sunan (Bir savaş yaklaşık 10 bölüm sürebiliyor mesela, her detayı, her karakter değişimini izleyebiliyoruz bu yüzden) ve izlenmesi tavsiye edilen bir dizi Naruto

Belki bölümler ilerledikçe hakkında söyleceklerim de anlatacaklarım da fazlalaşacaktır ama şimdilik benden bu kadar. Umarım dikkatinizi çekmiş ve son zamanlarda sevdiğim nadir şeylerden olan bu diziyi sizin de aklınızın bir yerine not etmişimdir. 

Esen Kalın...


Naruto Shippuden (Artık Naruto ilk halinden biraz daha büyük)

Sol Baştan (Ino, Sasuke, Sakura, Choji, Lee (Eğili Duran), Tenten, Neji, Naruto, Shikamaru, Temari, Gara, Kankuro, Shino, Kiba ve Köpeği Akamaru, Hinata)





3 Mayıs 2009 Pazar

Popüler'in Kültürü: Neler'e






Karikatür...


Umut Sarıkaya son dönem karikatüristleri arasından sıyrılıp kendi kitlesini yaratanlarda ön sırada geliyor. Çizimlerinden çok esprileriyle ön plana çıkıyor ve kızlar pek ilgilenmiyor onun karikatürleriyle. Kızların tercihi Yiğit Özgür ve Meşhurluğu sınırları zorlayan Uğur Gürsoy'un çocuksu masum komiği Fırat... "Ehe ne biçim" repliğinin dillere pelesenk oluş nedenidir ayrıca...

Edebiyat...

Kitap olarak aslında çok da öyle büyük bir popülerlik yok gençler arasında. İhsan Oktay Anar kendi yarattığı okuyucu kitlesiyle Türk Edebiyatçıları arasından sıyrılıyor. Orhan Pamuk Ermeni Soykırım'ı demecinden sonra pek bir gözden düştü daha bir çok devrik cümle kurar oldu, halbuki nobel'i de almıştı. Yaşar Kemal zaten ne dese boş seveni hep var, bilmeyeni daha çok... Ama Elif Şafak da popüler bizim gençler arasında... Ha tabi filmi çekilen kitaplar, filminden sonra hala çokca okunuyor...

Televizyon Dünyası 

Televizyonlarda izlenen şeylerin başında gençlik dizisi adı altında yaşamlarını sürdüren Kavak Yelleri oluyor. Avrupa Yakası her şeye rağmen izleniyor...muş... du... Melekler Korusun var bir de. Özge Özpirinçci için bile izlenebilir evet kabul ediyorum. Aşk-ı Memnu tüm donukluğuyla bir diğer gözdesi gençlerin. Yaprak Dökümü de izleniyor sanırım. İşin gerçeği ikisi de akmıyor. Bir de yeni başlayanlardan EZEL var. Monte Kristo Kontu esinli bu dizimi diğerlerinin yanında kalitesi açısından parlıyor, kendini izlettiriyor. Ha her şeye rağmen bir gerçek var Kenan İmirzalıoğlu'nun bu ülkede enterasan bir reyting'i var. Dursa izleniyor. Kıvanç'ın ona yetişmek için bir kaç fırın daha ekmek yemesi lazım. En azından oyunculuk ve karizma açısından... Yalçın Küçük'ün Bergüzar Korel'e dediği gibi manda gibi bakıyor...

Musiki

Müzikal tercihler en çok değişeni oluyor. Bir yanda POPüler müzik (Serdar Ortaç, Muraz Boz vesaire) dinleniliyor, diğer tarafta Anadolu Rock'lıktan sıyrılma çabasındaki Gruplar gidiyor. Alternatifleri de bol. Balkan Müziklerini dinleyenler, Amelie ile şarkıları dillere düşmese de benim için her zaman Türkiye'deki konseri öncesi verdiği röportajındaki orak çekiçli tişörtüyle aklımda kalacak olan Yann Tiersen var sonra. Ve 80'ler, 90'lar ve bunların partisi, Umut Sarıkaya mizahıyla geçen senenin partisine kadar gider bu yol...

Yabancı Dizi

Yabancı Diziler var diğer taraftan. Lost'u izlemeyeni dövüyorlar evet. Heroes var sonra, Prison Break hala izleniyormuş, House MD (lki favorim olur), Supernatural, Dexter, How I met your mother diye gider bu liste. Bir de bunun alt kültürü ah nerde o eski diziler insanları var ki OZ başlıca tercihleridir. Seinfield izleyenleri de var -ki ben de izlerim- ama benim tercihim Edgar Wright'ın destansı dizisi Spaced'tır, bizim ellerde bileni azdır.

Sinema 

Filmlerde her zamanki gibi Amerikan Sinemasının ağır makyajlı yapımları ön sırayı çekse de son dönem ultra entellektüel çevrelerimiz de Uzak Doğu Filmleri de tutuyor. Avrupa sineması ve ağdalı yapısı hala biraz daha uzak duruyor bizlere. Son dönemde Türk Filmleri de çok gidiyor.

Sanat Kisvesi

Fotoğraf makinelerinin hayatımıza girişlerindeki hızı göz önüne alınınca ortalık fotoğrafçıdan geçilmiyor ve herkes fotoğraf çekiyor. Fotoğraf Altın çağını yaşıyor da denebilir buna, Kaosunu da. Kısa film hala bir miktar daha uğraş gerektirdiği için aynı genişliğe yayılmadı, yayılsa da festivallerin söz hakları yüzünden bir fotoğraf kadar yaygınlaşmıyor bizlerde. Dergilere yazılar yollayanlarımız da vardır.

Teknoloji

Apple'ın otoritesi hala sürüyor. Iphone son dönemlerin modası. Ellerden ellere geçiyor. Aşk-ı Memnu sağolsun bol bol reklamını da yapıyor (Gerçi geçenlerde gittiğim bir festivalde tüm oyuncuların ve yönetmenlerin elinde bu alet vardı şaştım kaldım). Facebook ve Msn sanal alemin krallığında yerleri tartışılmaz. Ekşi Sözlük ve klonları tutuyor. Yasaklara rağmen Youtube'a girilmeye devam ediyor. Google sanal alemin tanrısı olmaya devam ediyor yeni icadı Google Wave merak uyandırıyor ve gene davetiyesi olmayan giremiyor...


1 Mayıs çok tutmuyor. Mayısın ilk haftasındaki bahar şenlikler tutuyor...

Bunların hepsi benim kendi yorumlarımdan ibaret olmaktan da başka bir amaç da  içemiyor elbette...

1 Mayıs 2010 - Ece Temelkuran




3 Mayıs Pazar 2009
Bir işçi çıkıp Taksim Meydanı’ndaki anıtın üzerine, sarılıp Atatürk heykelini öpüyor. Yanaklarından... “Şükür kavuşturana” der gibi. ‘Makul zaferin’ mührü gibi. Birine, bir yere, bir zafere kavuşmanın değil; kendine kavuşmanın sevinci bu. Apar topar, alalacele ama yine de halaylar çekiliyor. 1 Mayıs marşı söyleniyor, konuşmalar yapılıyor. Hiç değilse ‘öncü birlikler’ mahiyetindeki kitle, aslında zaten kendisine ait olan alana ‘geri geliyor’. Tam bir saatte bitiyor miting. Tam bir saat sonra, Taksim Meydanı tam da muktedirin istediği gibi, steril, insansız, sessiz, tam teçhizat polisli olarak bomboş kalıyor. Muktedir meydanları böyle görmek istiyor; insansız. Oysa biz hep birlikte olmak istemiştik... Genç Siviller’e tebrik Bazıları eleştirecektir. ‘Parasıyla eylem yapmışlar’ diye. Umurumda değil. ‘1977’de buradan ateş edenler bulunsun’ pankartı The Marmara Oteli’nin camından sarktığı anda içim titredi. Genç Siviller grubuna tebrikler. Onlar da olacak Türkiye’nin demokrasi mücadelesinde. Bazıları kızdılar. Televizyonlar, haberleri verirken bile nasıl azarlayacağını şaşırdı. Gençler sapanlarına sarılmışlar. Gaz bombasına ve copa sapanla karşılık vermişler. Nişantaşı’ndaki lüks cafe’lerde içleri titremiş ‘vatandaşın.’ Mülke, her türlü müesseseye karşı olanlar sapanlarını koskoca devlete doğrultmuşlar. Onlar da olacak Türkiye’nin özgürlük mücadelesinde. Herkese ‘uçuk’ gelecek fikirleriyle, enerjileriyle onlar da olacak. Hatta şunu da söyleyeyim: Bu olaylar olurken Nişantaşı’nda cafe’de oturmayı seçmiş ‘beyaz Türk’ de olacak. Memleketin geri kalanına ‘uçuk’ gelecek hayatlarıyla, zevkleriyle. Hak-İş veya Türk-İş yönetiminde olsaydım, 2 Mayıs günü kaçacak yer arardım. Uslu çocuklar olarak Taksim anıtına çelenk bırakırken herhalde DİSK’in ve KESK’in Taksim Meydanı’na çıkamayacağını hesap ediyorlardı. Herhalde kendilerinin ‘sınıfın’ örnek öğrencisi olarak gösterileceğini sanıyorladı ertesi günün gazetelerinde. Öyle olmadı. Arka sıradakiler kazandı. Ne kadar kızsam da onlara, onlar da olacak Türkiye’deki adalet mücadelesinin içinde. Baka baka öğrenecekler ne yapmaları gerektiğini. Sola çektikçe araba, onlar da sola çekecekler ister istemez. Yaptığının ne olduğunu hiç fark etmeden, ne kadar faşizan bir kültürün parçası olduğunu hiç ayırt edemeden televizyonları başında olup bitenleri polisle göstericiler arasında bir maç gibi izleyenler... Onlar da olacaklar. Baktıkça baktıkça hatırlayacaklar, onlar için yeniden söke söke alınan hakların zaten onlara ait olmuş olduğunu geçmişte. İşten atıldıkça, aç kaldıkça, tarumar oldukça... Hatırlayacaklar. Bu yüzden gelecek yıl başka bir şey olacak. Bir yıl sonra 1 Mayıs 2009’un önemi şudur: 1 Mayıs 2010’dan bir önceki 1 Mayıs’tır. Önümüzdeki yıllarda, öyle sanıyorum ki 1 Mayıs 2009 için şöyle diyeceğiz: ‘O, 1 Mayıs 2010’dan bir yıl önceydi.’ Çünkü gelecek yıl başka bir şey olacak. Biliyorum ki işçiler, emekçiler, bu ülkenin demokrasiden yana tüm güçleri bu yıl araladıkları kapıya bütün bir yıl ayaklarını dayayacaklar. Aralanmış kapı açılacak. Ayak dayanan yere omuzla yüklenilecek. Olmadı bir daha yüklenilecek. Ve gelecek yıl, ara sokaklardan azaltılmadan, ‘makulün’ ne olduğuna sadece ama sadece kendisi karar vererek kitle Taksim Meydanı’na yürüyecek. Muktedirin kalesinde gedik açıldı. Açılan gedik sadece ama sadece büyüyecek.


Ece Temelkuran | Köşe Yazısının Aslı için Tıklayınız 

29 Nisan 2009 Çarşamba

Geçmişten Kalanlar Üzerine...

Uzun tren yolculuklarıdır izmir'e gidişlerimden aklımda kalan.

Mavi tren'in eski ve zaman zaman çok soğuk, zaman zaman çok sıcak vagonlarında,

Yan koltuğumda uyuyan annem ve bir beşikteymişim gibi uyumam için beni sallayan  metal soğuğu vagon annelerimle bitmeyen yolcuklar.

Halkalı'dan Basmaneye gitmek bilmeyen vagonlar, İzmir'e gitmek istemeyen bir çocuk ben.

Pazartesi günleri: Görüş günüdür Buca Cezaevinin. Ve hep pazartesileri basmane garına girerdi benim trenlerim.

Uzun uzadıya taksi yolculuklarında, lağım kokardı Ege İzmir'de ve mütemadiyen yağmur yağardı bir yerlerinde. Her yol Buca'ya varırdı benim için İzmir'de.

Buca Cezaevi: Orta çağdan kalma bir derebeyi kalesi. Cüzzamlıların kovulduğu bir ada.

Karşısında bir kıraathane. İçinde, emekliliğin verdiği boşluğu okey ve iskambil oyunlarıyla doldurmak isteyen, ağızlarında bitmiş sigalarıyla yaşlılar ve işsizliklerinin utancı yüzlerinden okunan ve yaşlılardan daha çok ve daha afilli sigara içen İzmir delikanlıları.

Televizyonda her daim bir şeyler çalardı ama kimse orada bir televizyon olduğunun bile farkında değildi.

Buca Cezaevi karşısındaki kıraathanede beklerdik annemle görüş saatini. Elimizde kapı önündeki fırsatçı simitçiden alınmış bayat simitler, masamızda çay bardakları izlerdik görüş için bekleyen insanları.

Utana sıkıla sırada ilerleyen ve içerdeki yakınını görmek isteyen insanlar yığınıyla dolardı hep Buca'nın önü. Çoğu yaşlı ana babalardı. Yüzlerinde utanç, içlerinde onları oraya sürükleyen çocuklarına kızan bir parça, çocukları yaşındaki askerlerden azar işite işite girerlerdi içeriye. Uzun bir yolun kenarı ellerinde kalaşnikovlu askerlerle dolup taşardı hep. Bir parça daha fazla yesin diye çocuklarına getirdikleri erzağı bu kalaşnikovların namlusuyla karıştırırdı askerler. Bir şey diyemezdiler...

Sonra içeri giriş vakti yaklaştıkça bir buruk heyecan sarardı yürekleri. Bir bilinmedik yoldan geçer gibi geçerledi avlusundan Buca'nın. Demir kapılardan geçerken başlanırdı aramalar. Çoraplarına kadar aranırlardı. Üstlerinde mahrem yerlerini örten bir kaç bez parçasından fazlasını bırakmak yasaktı. Yasak olan her şeyden farklıydı bu yasaklar. Gücüne giderdi insanın. Bir zille başlayan görüşmeler, gene bir zille biterlerdi. Gardiyanlar volta atarlardı yasak şeyler konuşmayalım diye arkamızda ve elleri bağlı arkalarında. Ve demir tellerin ve camların arasından duyurumaya çalışırdık sesimizi birbirimize.

Güneş görünürdü bazen Ceza evinin pencelerinden. Kabinlerdeki insanlar Tanrı onlara gülümsemiş gibi sevinir daha bir şevkle sarılırlardı demir parmaklıklara. Ben de çok sarılıdım o parmaklıklara. Arkasında abim. Ben küçük bir çocuk, bir haber dünyadan. Sonra bir zil çalar ve biterdi görüş saati. Yolumuz gene Basmane'yi gösterirdi.

Basmane garı: delilerin ve evsizlerin uyumak için kendilerine yer bulduğu bir yerdi. İki büfe vardır içinde Basmane'nin. Bazen birinden alırdık yolculukda gereken erzakları, bazen diğerinden. Trenler gelirdi ara sıra. Hepsi birbirine benzerlerdi. Bizimkisi anons edilince koşarak giderdik yerlerimize. Kondüktörler ellerinde liste gelip kontrol ederken biletlerimizi vagonlar yeniden sallamaya başlarlardı bizi.

Bir İzmir yolcuğunda çizmiştim ön sırada oturan yaşlı bir adamın resmini. Annem hevesle göstermişti adama çizdiğim resmi ve adam gülümsemişti iki uyku arasındaki uyanıklığında.

Bir İzmir yolcuğunda görüş sırasında aşık olmuştuk tanımadığım ve abimle konuştuğu için kıskandığım kıza. Sarı ince bedeni ve her daim güzel kıyafetleriyle çocukça sevmiştim onu. Çok sonraları ben unutup gitmişken onu ve abimi kıSkanmazken artık ondan, abimin hala görüştüğünü öğrendim o kızla. Gülümsedim içimden. Sustum.

İzmir yolculuklarında öğrendim daha bir çok şeyi. Kaybolmamak için sarılmayı bir tanıdığa, bir yabancı şehirde yabancı insanlar arasında dolaşmayı, ve sevemedim İzmir'i bir daha. Sevmek istemedim. Sevecek bir şeylerim yoktur belki orada. Sevecek bir şeyleri bırakmışımdır çok uzaklarda...

22 Nisan 2009 Çarşamba

Kolaj



Bir yerden başlamalıydı. Başlama noktasından başladım bende. Gecenin yarısını 13 dakika geçmiş ve her an 14...15...16....... geçebilir. Ne mi yapıyorum? Kucağımda geçen yaz bir marketteki indirimden yararlanarak aldığım orta karar dizüstü bilgisayarımla, Blogger'ın metin kutusuna yazı yazıyorum. 

Yarın Akustik adlı bir dersten sınavım var. Bir klip çekmem lazım, bir fotoğraf sergisi için çalışmam, bir dergiye yazı yazamam. Yaptım mı? Hayır. Ama içimde zerre kadar bir rahatsızlık yok. İşte bu rahatsız ediyor beni. Hissetmemek gibi bir şey bu. Acıyı hissetmemek gibi. Elim sende oynayan bir çocuk koşturmasında çimlerin arasına saklanmış hain bahçe musluğuna ayağını çarparsın ya, sekerek de olsa acıyı hissederek devam edersin yakalanmamak adına koşmaya. Çarptım, acıyı hissetmeden duruyorum ama. Neden hissetmediğimi bilmiyorum, ama içim rahat. Ne de olsa geçtim bahçenin hain musluğunu, arkamdaysa güneşten rengi açılmış tişörtüyle güneşten rengi koyulaşmış mahalle arkadaşım.

Çok oldu bir oyun oynamayalı şöyle en hasından. Bir davul zurna, çelik çomak, yerden yüksek ve favorim saklambaç. Bazen oyundan sıkılınca saklanırdım kimsenin bulamayacağı bir köşeye ve sessizliği dinlerdim. Arada bir oyun oynayanların sesi gelirdi uzaktan, el daha bitmemiş olurdu. Kavgalar çıkardı, bense soğuk bir taş zemine çömelmiş kimse beni bulmasın diye her zamankinden daha az nefes alırdım. Özledim saklambaç oynamayı. Özlemişim daha doğrusu. Daha neleri özledim kim bilir farkında olmadan. Farkında olmak için önce hatırlamak gerekiyor...

Kötü filmler izliyorum boyuna. Bol vahşet dolu, beyin siken cinsten. Beynim tecavüze uğrarken ben bakıyorum. Sonra film bitiyor bir yerde, üzülüyorum. Kötü şeyler yiyorum. Fazla sigara içip, her zamankinden fazla alkol tüketiyorum. Bunu neden yaptığım konusunda bir fikrim var mı diye soruyorum. Cevabı yok. 

Ne oldu anlamadım ama bahar havası çarptı sanırım. Ağaçlar tomurcuk saldılar. Gökyüzü gri elbisesini çıkardı çoktan, çıplak mavi tenini sergiliyor utanmadan.Ve güneş yakıyor. Güneşi severdim ben. İlkel bir duyguyla umut verirdi bana doğduğunda. Güzel şeyler olacak gibi gelirdi. Güneşin altında değişen hiçbir şey yok demişti bir filozof ve bir diğeri aynı suda bir kere yıkanabileceğimizi. Değişmeyen tek şey değişimdi. Değişiyorum haliyle. Sevmiyorum eskisi kadar güneşi. Umudu daha evrensel tanrılara bırakıyorum. Bahar havası fena çarpmış olsa gerek ki gecenin yarısını saat artık 27 geçerken ve ben bunu daha yazdığım anda bile 28'i alt köşedeki bilgisayar saatinde görürken çok fena saçmalıyorum.

Uykum var. Her gece neden uykusu gelir ki insanın? Bazı geceler gelmesin istiyorum ya hep geliyor. Davetsiz misafir bu olsa gerek. Sen istesen de istemesen de geliyor bir şekilde. Uykum var. Uyumuyorum. Serkisof az önce son sözlerini söyledi ve yattı windowsun mesajlaşma aparatından. Uykusu varmış onun da. Benim de var. Ama saçmalık sınırı Lynch'inkine eş rüyalar görmek istemiyorum. Bir köpeğe kuzgun diye seslenmek ve looney toons çizgi filmlerinden aparma kulübesinin kapağını bir stopmotion hindisiyle kapatmak istemiyorum artık rüyamda. Bizim ön bahçede kulak bulmayı yeğlerim. Daha sanatsal ve daha etkileyici olur belki rüyalarım.rüyamda Blue Velvet'i söyler bir kadın belki...

Etkileyecek kimse yok. Etkilenecek de. Sadece ben varım. Odamın dört duvarı var, yanımda masam, yatağım, kaset koymak için yapılmış ama bugünlerde silme CD dolu rafım ve babamın bir zamanlar sıkıntıdan oynadığı dartım. Etkilenmek istiyorum. Kim veya ne fark etmez. Etkileyici olsun yeter.

Sinemalara çift olarak gitmek istiyorum eskiden yaptığım gibi. Filmi izlemek yerine sevgilimi karanlığın çekiciliğinde öpmek, taciz etmek ve büyük bir iş başarmışçasına salondan çıkarken gülümsemek istiyorum. Birinin filmi anlatmamı istemesini ve yüzümde hınzır bir ergen gülümsemesiyle pek izleyemedim demek istiyorum. Bir birahanenin ortasında, etrafı insanlarla dolu bir masada kimsenin beni dinlemediğini bile bile konuşmak iyi gelirdi bana. Artık masalarım dört ya da beş kişiyi geçmiyor. Herkesi hayatımdan çıkardım. Geri kalanları da bekliyor tahliye çıkışlarında. Yeni baştan hayat kurmakta üstüme yoktur. Sonra dönüp geriye bakmamakta da. Özlüyor muyum geçmişte kalan yaşamlarımı. Hangisini daha çok özlüyorum. Özlemek için hatırlamak gerek.Hatırlamıyorum.

Bir tatile gidecek arkadaşlarım. Zorla beni de götürmek istediler. Gitmedim. Hiçbir zaman sevmedim her şey dahil tatilleri ve her şey dahil otel odalarını. Parasız pulsuz kalarak ve son paramı bir öğün yemek çıkarıp üstüne de bir bira içecek şekilde ayarlamak daha eğlenceli geliyor. Kıyı şeridinde oturup, donuma kadar kuma batmak, suda bata çıka yüzmek, dalgaları ezip geçmek ve yan tarafta yüzen güzel kızın sallanan bacaklarına şairene bir abazalıkla bakmak tercihim. Gecesinde bir bara gidip içmek, yan masadaki kızı kesmek ve dans pistinde amansızca karşısına çıkıp tavlamak ve geceyi geçirmek. Özlüyorum. Hatırlıyorum. Özlemiyorum.

Saat 40 geçiyor artık. Aynı şeyleri tekrarlamak yerine bir yerde bitirmeli diyorum. bitirmeye kafamda bitirerek başlıyorum. Uykum var. Bir çok şeyi özledim ama ne olduklarını bile bilmiyorum. Yazmayı sonlandırıyorum. Saat artık gece yarısını 41 geçiyor. Birazdan 42...43...44...45........................






 
Designed By OddThemes & Distributd By Blogger Templates