Reha Erdem Hakkında Bir Kaç Söz
Türk sineması denilince akla gelen bazı isimler vardır. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim (Son zamanlarda biz miktar arka plana düşse de) ve ne kadar Türk sinema Yönetmeni sayılır bilemediğim Fatih Akın sanat ayağını oluşturur bu isimlerin. Çağan Irmak, Yılmaz Erdoğan, Abdullah Oğuz, Ömer Faruk Sorak ve ne kadar sayılır gene tam olarak karar veremediğim Cem Yılmaz'sa popüler sinema ayağını oluşturuyor...
Bu isimleri tartışmak için yazılmış bir yazı değil elbette bu. Daha çok bu isimlerin dışında kalmış, -aslında bunu biraz da popüler sinemacı mı yoksa sanat sinemacısı mı diye karar vermesi zor bir sinema tarzına sahip olması- Reha Erdem için yazıyorum.
Burada ilk sorulacak sorumuz: Sanat sineması ve popüler sinema diye bir ayrım gerçekçi mi? olur sanırım. Yazıya başlamadan bununla ilgili kendi fikirlerimi de beyan etmek zorunda hissediyorum kendimi.
Ne kadar bu ayrım yanlıştır desek de ki bence de yanlış bir ayrımdır ve bunun en güzel örneği bana kalırsa Vizontele'dir. Bunca zamandır sinema eleştirmenleri tarafından piç muamelesi görmüş bu film bir çok açıdan çok başarılı sinematografik özelliklere sahiptir. Ama gerek Yılmaz Erdoğan'ın popülerliği, gerek filmin izlenme rekorları kırması gibi sorunsallar bu filmi bir miktar sanat çevrelerinde itici yaptı bana kalırsa ve bu yüzden bu film pek sahiplenilmedi sinemacılar tarafından. (Bu arada bahsettiğim vizontele'nin ilk filmidir. İkincisi için aynı pozitifliğe sahip olamayacağım)
Bu yüzden biz neyi kabul etsek de edelim gerek festivaller gerekse gişeler gösteriyor ki sinemamız ikiye ayrılıyor ve belki de bu yüzden ulusal bir sinema oluşturamıyoruz. Çünkü iki ayrı sinemanın göbeğinde kalmış durumdayız.
Gelelim bu uzun açıklamadan sonra bir yönetmene ve onun filmlerine...
Üstte bahsettiğim yönetmen isimlerinin hepsini tanıyan ve sinemacı olma çabasında bu yönetmenleri izlemeye çabalıyordum. O sıralarda sinemayı bana sevdiren asıl kişi olan ablamdan bir isim duydum... Reha Erdem.
Aslında başta çok önemsemediğim bu ismin ne yazık ki şu ana kadar çekilmiş hiçbir filmini gösteriminde izleyemedim. ve bir başka gariplik de şuydu: filmlerini çekim sıralarınnın tam tersine göre izledim...
Ama bunlar bu yönetmeni sevmemi engellemediler. Nasıl özetlenebilir bilmiyorum ama ağzımda bıraktığı tat bir çeşit özlemdi. Sinemayı sevmeye özlem. Ne filmin dışında tutuyordu beni ne de tam anlamıyla içine girmeme izin veriyordu. Bir anda sarıp sarmalıyordu sizi ve çoğu zaman unutuğum sinema sevgimi depreştiriyordu işte. Sinema'yı sinema yapanda sanırım bu histi. Filmi izlemek ve beğenmek güzel olmuş demek yetmiyor bazen... Bana kalırsa sinemayı sevdirmeli bir film insana sinema bu dedirtmeli...
Gelelim biraz da bilgiye.
Reha Erdem 1960 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi mezunu yönetmen Boğaziçi Üniversitesi'nde Tarih okuduğu sırada asıl istediği işi yapmak için okulu bırakıp yurt dışına Fransa'ya gitti. Burada Paris VIII Üniversitesi'nde Sinema ve Plastik Sanatlar Bölmü'nü bitirdi. Fransa'da kısa filmler çekti. Daha sonra Türkiye'ye döndü. 1988'de aslında Fransa'da çekmeyi planladığı ilk filmi A Ay'ı Türkiye'de çekmeye karar verdi ve çekti. Büyük zorluklarla çektiği bu filmine daha sonra değişneceğim elimden geldiğince. Daha sonra Türkiye'de uzun süre reklam yönetmenliği yapan yönetmen üç uzun metrajlı filme daha imza attı.
Amaçları peşinden Boğaziçi Üniversitesini bırakacak kadar kararlı olan yönetmen sanırım böyle sinema sevgisi aşılayan filmler çekmesini de kendisinin sinemaya olan aşkıyla başardı.
4 film 4 sinema
Reha Erdem bazılarına göre Author bir yönetmen olarak görülmemekte. Bunun nedeni de aslında dört ayrı filminde dört ayrı sinema deneyimi sunması. Her filmin kendine ait sinema dili var belki ama aslında dört ayrı filmde de Reha Erdem'in ortak bir dili olduğunu yadsımak da bana kalırsa saçmalık olur. Aslına bakarsanız Reha Erdem'i Türk sineması için bu kadar önemli yapan da bu tarzı. Türk sinemasında bir çok önemli ve üretken yönetmenimize göz atarsak genelde hep film tarzlarında bir değişiklik olmadığını görürüz. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ya da Yavuz Turgul filmlerini bu dediğim şeye örnek olarak sunabiliriz. Elbette bu kötü bir şey değildir aksine yönetmenin bir tarzı olduğunun göstergesidir ama buna rağmen Reha Erdem gibi her filminde bize başka tatlar sunan yenilikler yaşatan yönetmenlere de ihtiyacımız (oldukça) mevcut. (Burada bir parantez açarak çektiği dört sinema filmini göz önüne alarak Çağan Irmak'ı da Reha Erdem'le birlikte her filminde yeni deneyimler sunan bir diğer yönetmenimiz olarak gösterebiliriz. Ve bir başka parantez açmadan daha izlememiş olduğum 3 Maymun filmiyle Nuri Bilge'nin de yeni bir deneyim sunacağını bekliyorum izleyicilere. Zira Fragman bu hissi uyandırdı bende.)
Yönetmenimizi ve filmlerini daha iyi anlamak için geçen sene boyunca yönetmenin filmlerini izlerken aldığım notları size sunmak istiyorum. Aslında yeni baştan yazmak istesem de şimdi yanyan getirdiğim cümlelerde o zamanki heyecanı bulamadığım için bunu sunuyorum. (Bu notları Ekşi Sözlük Adlı site aracığıyla aldığım için yazılar bir yerden tanıdık geldi diye bana gelmeyin ama) (bkz: swh)
Beş Vakit/Times And Winds (2006)
Bana biraz Emir Kusturica'nın (Ki son sürelerde Kusturitza diye okunuyooo demek popüler oldu bu yönetmenle ilgili :) filmlerini hatırlatan, baştan sonra aslında çok sıkı bir konu işlemesi olmasa da her kesitte gerçekten doğal olan bir yaşamı tüm güzellikleri ve doğallıyla ortaya koyan filmdi Beş Vakit.
Her ezan sesinde, vakitler değiştiğinde; her hayvan görüntüsünde, her doğayla birleşmiş çocuk da, yere düşen bebekte, bayılan ablasında; kendisi gibi hayvanları çifleşirken izleyen kız kardeşini kovan çocukta, babasının gizli gizli camını açıp ölümünü erkenleştirmeye çalışan ömer'de, hocasına aşık yakup da, yıkanmamış ellerinde ve diğerlerinde beni sarsan filmdi. Ağlatmaz, ama insanın boğazına bir yumur koyar ki ağlamaktan beter eder insanı.
21.04.2007
Gelelim Korkuyorum Anne ya da İnsan Nedir Ki'ye (2004)
İnsan korkularını muteşem bir liriklikle güldürmek için kullanan, şenlik tadında, şenlik havasında, istanbul sokaklarında, insanların arasında, gülümseme dolu bir Reha Erdem filmi. Reha erdem filmlerini ters sırayla izlemeye başlamış biri olarak Beş Vakit'i izlediğimde içim buruk bir sevinçle dolmuştu. beğenmiştim filmi bunun üzerine de uzun sayılmasa da bir şeyler yazmıştım. (bkz: Üstteki Yazı) Bu filminse methini çok duymuştum. gene de bir korku vardı içimde filmdekilerden iyi olmasın. oyuncular tanıdık yüzlerdi ve bir çoğunun yüzü dizilerde izlemekten eskimişti. bu doğallığı bozar mıydı? Sevinç Erbulak'ı Beş Vakit'de fark etmem filmin ortasını bulduğundan bu filmde de bir şey bekliyordum bu soruna çözüm için. Beklediğimi buldum. bir Cast bu kadar iyi seçilir ve bir oyuncu yönetmenliği bu kadar mı iyi yapılır. Avrupa Yakası'nda çapkınlıklarıyla sıkan Şenay Gürler'i bile çok sevdim bu filmde. Zerda'nın ezik marabası Köksal Engür burada ne güzel de sert bir baba olmuştu. Aynı dönemde izlediğim başka bir film olan Hokkkabaz'da Mazhar Alanson'u beğenmiştim bu filmde Köksal Engür'ü görüp, şaştım kaldım. Herkes sanki o mahallede doğmuş gibiydi. Her yer sıcak bir kokuyla kaplıydı. Filme gelince. Başından sonuna ağzımda anlamsız bir gülümsemeyle izlediğimi söylemek zorundayım. Epey de kahkaha attırdı bana. Bunları görünce bu filmin gişedeki başarısızlığı aklıma geldi. Reklam dedim geçtim. Bir film belki bu, ama fotoğraf inceliğinde karelerle döşenmiş bir film, anlatacağını baştan sona öyle bir akıcılık içinde öyle bir güzel anlatmış ki bakmak kalmış geriye. Sahne önünden koşarak geçen topuklu terlikleri, arabası yokuştan hızlı inmesin diye önüne siper olan satıcıları, ipte sallanan yalnız kilotu, bir ileri bir geri giden arabası, evini arayan köpeği, sünnetten korkan çocuğu, babasından korkanı, annesinden korkanı, aşktan, hayvanlardan korkanı, hayattan korkanı... Hepsi bir dil olmuş beraber şarkı söylemişler. arkadan sessiz sakin akan ve fazlalağına rağmen beni sıkmayan ara sıra oynatan arabesk öğelerle beslenmiş müzik içinse söyleceklerimi zaten bu cümlede söylemişim farkında değilim. "Korku nasıl anlatılır?" denilse herkes korku filmi tadında şeyler gösterir, insanı bunaltan şeyler. ama bu film korkuyla dalga geçerek öyle bir anlatıyor ki korkuyu; senaristin dehasından, yönetmenin gücünden korkmak gerek.
benim içinse sırada Kaç Para Kaç ve A Ay var.
01.05.2007
Yani Sırada Kaç Para Kaç (1999)
Reha Erdem sinemasına olan saygımı bir kat daha arttıran film. Reha Erdem filmlerini tersten izleyen biri olarak bu filmini Beş Vakit ve Korkuyorum Anne'den epey sonra izleyebildim. Başlangıçta beni neyin beklediğini bilmiyordum. bundan önce izlediğim iki filminde de çok ayrı türlerde çok başarılı iki film çıkarmıştı Reha Erdem ve bu sefer de sanırım bambaşka bir tür bambaşka bir film bekliyordu beni. Yanılmadığımı anladım ve sevindim Kaç Para Kaç'ı izlerken. Dürüst ve orta halli bir eli sıkı tüccarın haydan gelen bir parayla başlayan macerasını, karakterimizin git gide bozulan yapısını, parasını kaybetme korkularını, savrukluğunu, kanına karışan para için insanları haksız yere suçlayacak hale gelişini, insanların ölümüne sevinişini vesaireleri gösteren bir film bu. İnsanların paraya bağlanan hayatlarını, kapitalist düzenin benzini olan parayı anlatıyor reha erdem ve bunları lirik bir dille, kimi zaman komik kimi zaman sert ve zaman zaman her gün akıp giden paralar gibi hızla anlatıyor. 450 bin doların bir insanın hayatına bir anlık yükseklik getirişini ve ani dibe çöktürüşünü gösteriyor. Bazı yönlerden kara film tarzına yakın, dar açılar, dar planlarla süslü, karanlık çekimlere sahip bir film bu. Sinemasal anlamdaki zenginliği de senaryonun anlattıklarına muhteşem bir destek sunuyor ve ortaya izlenmesi de izledikten sonra hazmetmesi de büyük zevk veren bir film çıkıyor. Yalan söylememem lazım bundan önceki iki filmini de izleyip jenerik ekranına bakarken Reha Erdem'i kıskanmıştım bu filmi neden ben çekmedim diye ve şimdi bu filmi izledikten sonra neden böyle filmlere sahip bir yönetmen değilim diye yanıyorum. Elbette Reha Erdem'i başım önde büyük bir saygıyla selamlıyor ve izlemediğim tek filmi A Ay'ı izlemek için gün saymaya başlıyorum.
26.07.2007
A Ay (1988)
Çekildikten sekiz yıl sonra ancak sinema salonlarında yer bulabilen video art tadında Atilla Dorsay'ın değimiyle Mozart ile ezanı, Batı ile Doğuyu harmanlayan gene Reha Erdem imzalı düş gibi bir film. Siyah beyaz bir deniz ve harap olmuş bir konak. Yıkılmış aristokrasi ve yükselmekte olan ne idiğü belirsiz burjuvazi. Ve bu ikilinin arasına sıkışmış annesini camdan bekleyen bir kız. Türk sinemasında örneği az görünecek cesarette bir deneme. Evet belki diğer Reha Erdem filmleri kadar ağızda şekerli bir tat bırakmıyor ama olabildiğine muhteşem görüntüler kusursuz bir atmosfer sunuyor bize. Efsanelerin, gerçeklerin birbirine karıştığı filmi izlemek uzun süreli karmakarışık bir rüya görmekten farksız aslında. Filmin sonu yataktan kurumuş bir boğazla kalkmak gibi.
06.09.2007
Bu yazımda bir kusurum varsa affola. Reha Erdem gibi bir yönetmen için böyle bir yazı ne kadar yeterli onu da bilmiyorum. Bir tek bildiğim şey var o da yönetmenin yeni filmini (adı sanırım Hayat Var olacak) aynı heyecanla bekliyorum. Ve herkesi Reha Erdem filmlerini bir an önce izlemeye davet ediyorum...
Yorum Gönder