SON DAKİKA

28 Haziran 2008 Cumartesi

Reha Erdem Hakkında Bir Kaç Söz



Türk sineması denilince akla gelen bazı isimler vardır. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim (Son zamanlarda biz miktar arka plana düşse de) ve ne kadar Türk sinema Yönetmeni sayılır bilemediğim Fatih Akın sanat ayağını oluşturur bu isimlerin. Çağan Irmak, Yılmaz Erdoğan, Abdullah Oğuz, Ömer Faruk Sorak ve ne kadar sayılır gene tam olarak karar veremediğim Cem Yılmaz'sa popüler sinema ayağını oluşturuyor...

Bu isimleri tartışmak için yazılmış bir yazı değil elbette bu. Daha çok bu isimlerin dışında kalmış, -aslında bunu biraz da popüler sinemacı mı yoksa sanat sinemacısı mı diye karar vermesi zor bir sinema tarzına sahip olması- Reha Erdem için yazıyorum.

Burada ilk sorulacak sorumuz: Sanat sineması ve popüler sinema diye bir ayrım gerçekçi mi? olur sanırım. Yazıya başlamadan bununla ilgili kendi fikirlerimi de beyan etmek zorunda hissediyorum kendimi.

Ne kadar bu ayrım yanlıştır desek de ki bence de yanlış bir ayrımdır ve bunun en güzel örneği bana kalırsa Vizontele'dir. Bunca zamandır sinema eleştirmenleri tarafından piç muamelesi görmüş bu film bir çok açıdan çok başarılı sinematografik özelliklere sahiptir. Ama gerek Yılmaz Erdoğan'ın popülerliği, gerek filmin izlenme rekorları kırması gibi sorunsallar bu filmi bir miktar sanat çevrelerinde itici yaptı bana kalırsa ve bu yüzden bu film pek sahiplenilmedi sinemacılar tarafından. (Bu arada bahsettiğim vizontele'nin ilk filmidir. İkincisi için aynı pozitifliğe sahip olamayacağım)

Bu yüzden biz neyi kabul etsek de edelim gerek festivaller gerekse gişeler gösteriyor ki sinemamız ikiye ayrılıyor ve belki de bu yüzden ulusal bir sinema oluşturamıyoruz. Çünkü iki ayrı sinemanın göbeğinde kalmış durumdayız.

Gelelim bu uzun açıklamadan sonra bir yönetmene ve onun filmlerine...

Üstte bahsettiğim yönetmen isimlerinin hepsini tanıyan ve sinemacı olma çabasında bu yönetmenleri izlemeye çabalıyordum. O sıralarda sinemayı bana sevdiren asıl kişi olan ablamdan bir isim duydum... Reha Erdem.

Aslında başta çok önemsemediğim bu ismin ne yazık ki şu ana kadar çekilmiş hiçbir filmini gösteriminde izleyemedim. ve bir başka gariplik de şuydu: filmlerini çekim sıralarınnın tam tersine göre izledim...

Ama bunlar bu yönetmeni sevmemi engellemediler. Nasıl özetlenebilir bilmiyorum ama ağzımda bıraktığı tat bir çeşit özlemdi. Sinemayı sevmeye özlem. Ne filmin dışında tutuyordu beni ne de tam anlamıyla içine girmeme izin veriyordu. Bir anda sarıp sarmalıyordu sizi ve çoğu zaman unutuğum sinema sevgimi depreştiriyordu işte. Sinema'yı sinema yapanda sanırım bu histi. Filmi izlemek ve beğenmek güzel olmuş demek yetmiyor bazen... Bana kalırsa sinemayı sevdirmeli bir film insana sinema bu dedirtmeli...

Gelelim biraz da bilgiye.

Reha Erdem 1960 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi mezunu yönetmen Boğaziçi Üniversitesi'nde Tarih okuduğu sırada asıl istediği işi yapmak için okulu bırakıp yurt dışına Fransa'ya gitti. Burada Paris VIII Üniversitesi'nde Sinema ve Plastik Sanatlar Bölmü'nü bitirdi. Fransa'da kısa filmler çekti. Daha sonra Türkiye'ye döndü. 1988'de aslında Fransa'da çekmeyi planladığı ilk filmi A Ay'ı Türkiye'de çekmeye karar verdi ve çekti. Büyük zorluklarla çektiği bu filmine daha sonra değişneceğim elimden geldiğince. Daha sonra Türkiye'de uzun süre reklam yönetmenliği yapan yönetmen üç uzun metrajlı filme daha imza attı.

Amaçları peşinden Boğaziçi Üniversitesini bırakacak kadar kararlı olan yönetmen sanırım böyle sinema sevgisi aşılayan filmler çekmesini de kendisinin sinemaya olan aşkıyla başardı.

4 film 4 sinema


Reha Erdem bazılarına göre Author bir yönetmen olarak görülmemekte. Bunun nedeni de aslında dört ayrı filminde dört ayrı sinema deneyimi sunması. Her filmin kendine ait sinema dili var belki ama aslında dört ayrı filmde de Reha Erdem'in ortak bir dili olduğunu yadsımak da bana kalırsa saçmalık olur. Aslına bakarsanız Reha Erdem'i Türk sineması için bu kadar önemli yapan da bu tarzı. Türk sinemasında bir çok önemli ve üretken yönetmenimize göz atarsak genelde hep film tarzlarında bir değişiklik olmadığını görürüz. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ya da Yavuz Turgul filmlerini bu dediğim şeye örnek olarak sunabiliriz. Elbette bu kötü bir şey değildir aksine yönetmenin bir tarzı olduğunun göstergesidir ama buna rağmen Reha Erdem gibi her filminde bize başka tatlar sunan yenilikler yaşatan yönetmenlere de ihtiyacımız (oldukça) mevcut. (Burada bir parantez açarak çektiği dört sinema filmini göz önüne alarak Çağan Irmak'ı da Reha Erdem'le birlikte her filminde yeni deneyimler sunan bir diğer yönetmenimiz olarak gösterebiliriz. Ve bir başka parantez açmadan daha izlememiş olduğum 3 Maymun fi
lmiyle Nuri Bilge'nin de yeni bir deneyim sunacağını bekliyorum izleyicilere. Zira Fragman bu hissi uyandırdı bende.)

Yönetmenimizi ve filmlerini daha iyi anlamak için geçen sene boyunca yönetmenin filmlerini izlerken aldığım notları size sunmak istiyorum. Aslında yeni baştan yazmak istesem de şimdi yanyan getirdiğim cümlelerde o zamanki heyecanı bulamadığım için bunu sunuyorum. (Bu notları Ekşi Sözlük Adlı site aracığıyla aldığım için yazılar bir yerden tanıdık geldi diye bana gelmeyin ama) (bkz: swh)

Beş Vakit/Times And Winds (2006)


Bana biraz Emir Kusturica'nın (Ki son sürelerde Kusturitza diye okunuyooo demek popüler oldu bu yönetmenle ilgili :) filmlerini hatırlatan, baştan sonra aslında çok sıkı bir konu işlemesi olmasa da her kesitte gerçekten doğal olan bir yaşamı tüm güzellikleri ve doğallıyla ortaya koyan filmdi Beş Vakit.

Her ezan sesinde, vakitler değiştiğinde; her hayvan görüntüsünde, her doğayla birleşmiş çocuk da, yere düşen bebekte, bayılan ablasında; kendisi gibi hayvanları çifleşirken izleyen kız kardeşini kovan çocukta, babasının gizli gizli camını açıp ölümünü erkenleştirmeye çalışan ömer'de, hocasına aşık yakup da, yıkanmamış ellerinde ve diğerlerinde beni sarsan filmdi. Ağlatmaz, ama insanın boğazına bir yumur koyar ki ağlamaktan beter eder insanı.



21.04.2007



Gelelim Korkuyorum Anne ya da İnsan Nedir Ki'ye (2004)



İnsan korkularını muteşem bir liriklikle güldürmek için kullanan, şenlik tadında, şenlik havasında, istanbul sokaklarında, insanların arasında, gülümseme dolu bir Reha Erdem filmi. Reha erdem filmlerini ters sırayla izlemeye başlamış biri olarak Beş Vakit'i izlediğimde içim buruk bir sevinçle dolmuştu. beğenmiştim filmi bunun üzerine de uzun sayılmasa da bir şeyler yazmıştım. (bkz: Üstteki Yazı) Bu filminse methini çok duymuştum. gene de bir korku vardı içimde filmdekilerden iyi olmasın. oyuncular tanıdık yüzlerdi ve bir çoğunun yüzü dizilerde izlemekten eskimişti. bu doğallığı bozar mıydı? Sevinç ErbulakBeş Vakit'de fark etmem filmin ortasını bulduğundan bu filmde de bir şey bekliyordum bu soruna çözüm için. Beklediğimi buldum. bir Cast bu kadar iyi seçilir ve bir oyuncu yönetmenliği bu kadar mı iyi yapılır. Avrupa Yakası'nda çapkınlıklarıyla sıkan Şenay Gürler'i bile çok sevdim bu filmde. Zerda'nın ezik marabası Köksal Engür burada ne güzel de sert bir baba olmuştu. Aynı dönemde izlediğim başka bir film olan Hokkkabaz'da Mazhar Alanson'u beğenmiştim bu filmde Köksal Engür'ü görüp, şaştım kaldım. Herkes sanki o mahallede doğmuş gibiydi. Her yer sıcak bir kokuyla kaplıydı. Filme gelince. Başından sonuna ağzımda anlamsız bir gülümsemeyle izlediğimi söylemek zorundayım. Epey de kahkaha attırdı bana. Bunları görünce bu filmin gişedeki başarısızlığı aklıma geldi. Reklam dedim geçtim. Bir film belki bu, ama fotoğraf inceliğinde karelerle döşenmiş bir film, anlatacağını baştan sona öyle bir akıcılık içinde öyle bir güzel anlatmış ki bakmak kalmış geriye. Sahne önünden koşarak geçen topuklu terlikleri, arabası yokuştan hızlı inmesin diye önüne siper olan satıcıları, ipte sallanan yalnız kilotu, bir ileri bir geri giden arabası, evini arayan köpeği, sünnetten korkan çocuğu, babasından korkanı, annesinden korkanı, aşktan, hayvanlardan korkanı, hayattan korkanı... Hepsi bir dil olmuş beraber şarkı söylemişler. arkadan sessiz sakin akan ve fazlalağına rağmen beni sıkmayan ara sıra oynatan arabesk öğelerle beslenmiş müzik içinse söyleceklerimi zaten bu cümlede söylemişim farkında değilim. "Korku nasıl anlatılır?" denilse herkes korku filmi tadında şeyler gösterir, insanı bunaltan şeyler. ama bu film korkuyla dalga geçerek öyle bir anlatıyor ki korkuyu; senaristin dehasından, yönetmenin gücünden korkmak gerek.

benim içinse sırada Kaç Para Kaç
ve A Ay var.



01.05.2007



Yani Sırada Kaç Para Kaç (1999)



Reha Erdem sinemasına olan saygımı bir kat daha arttıran film. Reha Erdem filmlerini tersten izleyen biri olarak bu filmini Beş Vakit ve Korkuyorum Anne'den epey sonra izleyebildim. Başlangıçta beni neyin beklediğini bilmiyordum. bundan önce izlediğim iki filminde de çok ayrı türlerde çok başarılı iki film çıkarmıştı Reha Erdem ve bu sefer de sanırım bambaşka bir tür bambaşka bir film bekliyordu beni. Yanılmadığımı anladım ve sevindim Kaç Para Kaç'ı izlerken. Dürüst ve orta halli bir eli sıkı tüccarın haydan gelen bir parayla başlayan macerasını, karakterimizin git gide bozulan yapısını, parasını kaybetme korkularını, savrukluğunu, kanına karışan para için insanları haksız yere suçlayacak hale gelişini, insanların ölümüne sevinişini vesaireleri gösteren bir film bu. İnsanların paraya bağlanan hayatlarını, kapitalist düzenin benzini olan parayı anlatıyor reha erdem ve bunları lirik bir dille, kimi zaman komik kimi zaman sert ve zaman zaman her gün akıp giden paralar gibi hızla anlatıyor. 450 bin doların bir insanın hayatına bir anlık yükseklik getirişini ve ani dibe çöktürüşünü gösteriyor. Bazı yönlerden kara film tarzına yakın, dar açılar, dar planlarla süslü, karanlık çekimlere sahip bir film bu. Sinemasal anlamdaki zenginliği de senaryonun anlattıklarına muhteşem bir destek sunuyor ve ortaya izlenmesi de izledikten sonra hazmetmesi de büyük zevk veren bir film çıkıyor. Yalan söylememem lazım bundan önceki iki filmini de izleyip jenerik ekranına bakarken Reha Erdem'i kıskanmıştım bu filmi neden ben çekmedim diye ve şimdi bu filmi izledikten sonra neden böyle filmlere sahip bir yönetmen değilim diye yanıyorum. Elbette Reha Erdem'i başım önde büyük bir saygıyla selamlıyor ve izlemediğim tek filmi A Ay'ı izlemek için gün saymaya başlıyorum.



26.07.2007



A Ay (1988)


Çekildikten sekiz yıl sonra ancak sinema salonlarında yer bulabilen video art tadında Atilla Dorsay'ın değimiyle Mozart ile ezanı, Batı ile Doğuyu harmanlayan gene Reha Erdem imzalı düş gibi bir film. Siyah beyaz bir deniz ve harap olmuş bir konak. Yıkılmış aristokrasi ve yükselmekte olan ne idiğü belirsiz burjuvazi. Ve bu ikilinin arasına sıkışmış annesini camdan bekleyen bir kız. Türk sinemasında örneği az görünecek cesarette bir deneme. Evet belki diğer Reha Erdem filmleri kadar ağızda şekerli bir tat bırakmıyor ama olabildiğine muhteşem görüntüler kusursuz bir atmosfer sunuyor bize. Efsanelerin, gerçeklerin birbirine karıştığı filmi izlemek uzun süreli karmakarışık bir rüya görmekten farksız aslında. Filmin sonu yataktan kurumuş bir boğazla kalkmak gibi.




06.09.2007



Bu yazımda bir kusurum varsa affola. Reha Erdem gibi bir yönetmen için böyle bir yazı ne kadar yeterli onu da bilmiyorum. Bir tek bildiğim şey var o da yönetmenin yeni filmini (adı sanırım Hayat Var olacak) aynı heyecanla bekliyorum. Ve herkesi Reha Erdem filmlerini bir an önce izlemeye davet ediyorum...


25 Haziran 2008 Çarşamba

Bizim Evin Hallerinde Sezon Finaline Doğru





Malumunuz son zamanlarda Lost ve benzeri yabancı diziler finale yaklaştığında dizi hakkında spoilerlar, teoriler dolanmaya başlar sitelerde. Finale Doğru adı altında birçok blogda web sitesinde yazılar görmüşsünüzdür sizde belki. Ama ben kimsenin bu diziyle ilgili teoriler, spoilerlar yazdığını sanmıyorum. Bari ben bir deneyeyim dedim...

Türk televizyon tarihinin en efsane dizilerinden Ferhunde Hanımlar, ben ve benim yaşımdaki çocukların hayatında önemli bir yer tutmuştur. Şu an Türkiye piyasasında yer edinmiş birçok oyuncu bu dizide gençlik yıllarını geçirmiştir. Tamer Karadağlı, Hatice Aslan, Simge Selçuk ve daha birçokları... (Aslına bakarsanız benim hala sonunu merak ettiğim kişi Bülent ile şu an dizideki adını hatırlayamadığım Hatice Aslan'ın çocuğudur ya neyse)

Özet geçersek Ferhunde Hanım ve kızlarının ve bir de Suzi adlı Ferhunde Hanım’ın can dostunun hikayesiydi bu dizi. Sonra dallanıp budaklandı kazalar oldu, sorunlar büyüdü tabi ama neyse. Ve her şey gibi bu dizinin de bir gün sonu geldi. Yıllar geçti böyle bir dizi gelir mi demeye kalmadan Bizim Evin Halleri geldi kapımıza. Ferhunde Hanımlar gibi TRT'de yaşam hayatına başladı ve tıpkı Ferhunde Hanımlar gibi bir özel TV kanalında hayatına devam etme kararı aldı. Ve bir başka benzerlikleriyse ikisinin de günlük dizi oluşu.

Previously on Bizim Evin Halleri


Bizim Evin Halleri'nin konusuna gelince, birbirlerin kız verip akraba olmuş iki ailenin günlük, sıradan hikayelerini anlatan bir dizi olarak başlamıştı hayata. Ferhunde Hanım'ın, bu dizideki adıyla Nemide Hanım'ın çocuklarının hikayesi de diyebiliriz aslında. Dizi konsept olarak o kadar sıradan o kadar basit hikayeleri seçiyordu ki bir bölümünü evine çelik kapı yaptırmak isteyen Nusret'in kocası Şadan'a eski kapılarını kırdırtmasına ayırdıklarını bile hatırlarım. Daha neler neler, tüm ramazan bayramlarında Sadık Ali'nin bölümün son on beş dakikasında hikayeler anlatması... Biraz Seinfield esprilerinin, biraz Andy Warhol filmlerinin yolundan giden bir diziydi işte. İzlerken isterseniz başından kalkın gidin; ya da on, on beş bölüm izlemeyin tekrar izleyin her şeyi anlardınız. Bu haliyle epey uzun süre gitti bu dizi kardeşimiz aslında. Dalya yaptı TRT'de ama sonra bazı anlaşmazlıklar oldu ve TRT diziyi bitirme kararı aldı ama yapımcılar diziye talip olan o dönemin yeni kanalı Kanal1'in teklifini cazip bulmuş olacak ki dizi Kanal1'e geçti.

Yeni Kanal Yeni Yüzler

Kanal 1'e geçene kadar zaten birçok oyuncuyu ağırlamış olan dizi burada tam anlamıyla yaprak dökümüne girdi aslında. Eski Rüzgar ki kendisi gerçekten dizideki kardeşi Cihan'ın abisiydi İstanbul'un yollarına düştü. Genco adlı dizide oynamaya karar verdi. Fincan Hala da şu sıraların popüler ve büyük bütçeli bir dizisi olmasına rağmen benim gözümde Bizim Evin Halleri’nden beş altı gömlek daha kötü bir dizi olan Annem'e transfer oldu. Sadık Ali de diziden kendi isteğiyle ayrıldı. Neva değişti, Rüya değişti, reyting için ilgi görmeyen alt tabakadaki karakterlerin hikayeler azaltılıp yavaşça diziden uzaklaştırıldı (bunların arasında Mehmet Ulusoy gibi önemli oyuncular da vardı) ve kanal'ın reyting için komedi sahnelerini azaltma isteği derken dizi bir çeşit Arkası Yarın + Yalan Rüzgar'ına dönüştü.

Yayın hayatı boyunca karakterlerinden bile daha fazla değişime uğrayan bu dizide, sanırım geçmişten kalan tek şey açılış jeneriğinin o neşesi hala. Gerçi eskiden bizim evin hali... sizin evin hali... işte sevgi saati... diye sözleri de vardı jenerik müziğinin ama artık bu sözlerden eser kalmayan hikayesi dolayısıyla bu sözler de tarihe karıştı.


“Çok Bozdu Kendini Çook...”

Bazı yapımlar vardır kemik izleyici kitlesi vardır. Gün gelir o yapımlar popülerleşir izleyeni artar. İzleyeni arttıkça yapım da kendinde değişiklikler yapmaya daha bir genele hitap etmeye başlar. Hemen bir örnek verelim: Dikkat Şahan Çıkabilir. Çıkışında Ekşi Sözlük ve benzeri çevrelerin popüler komedyeni olan Şahan ne zaman ki Atv'ye geçti izleyeni arttı her şey değişti. Aslında bakarsanız daha Şahan kendini bozmadan şu sözler duyulmaya başladı : "Ben eskiden beri izliyorum canım onu. Ama yeni kanala geçti çok bozdu kendini."


Evet Şahan sonradan kendini çok bozdu ve bana kalırsa tüm espri yeteneğini Orta Anadolu şivesiyle konuşmaya ve farsa dayandırır oldu ama bunu yaparak ünlü oldu Şahan bu da bir gerçek. Recep İvedik gibi çıkışında ekşi sözlük yazarı olan bir karakterin son halini topluca gördük sinemada. Gülmek isterdim ama gülemedim.


Efendim neyse, daha fazla dallandırıp budaklandırmadan gelelim bu üstte yazdıklarımın Bizim Evin Halleri’ne etkisi. Dizi TRT'deyken artık bilemeyeceğim bir kemik izleyici kitlesi varmış. Kanal 1'e geçip de Yalan Rüzgarı’na dönünce bu kitle dizinin bozulduğunu söylemeye başladılar. Asıl sorunsa şuydu: Onlar bile daha bir sıkı takip ediyorlardı diziyi (bkz: annem) ki sadece gördüklerimiz değil kısa araştırmalarımız da gösterdi ki komik sahnelerin share'i bile diğerlerine göre düşük. Dizi TRT'de ilk elliye zor giriyorken Kanal 1'de ilk beşe kadar yükseldi. Tabi para her şey değildir diyebilirsiniz ama bu bir ticari yapım ve sonuçta ne kadar kötü bir hikaye olsa da reyting alanı yaptılar.


Gelelim Değişenlere


Dizinin başlangıcında gayet komik bir aşk hikayesi vardı. Köyden gelen bozuk şiveli Misket'in Rüzgar'a aşkıydı bu. Gene Uçarı çocuksu dayı Safa'nın çocuk ruhlu Rüya ile inatlara dayanan komik aşkları da buna ekti. Ama şimdi bu iki aşk diziyi sırtlayan ana hikaye olmuş durumda. Rüzgar ile Misket'in birleşemeyen yolları, Neva'nın ilaçlı içkiyle bozulan hayatı ve Safa'dan dayak yemesi... Zamanında Neva ile konuşurken yalnışlıkla tuvalete telefonunu düşüren (Nokia 5210'du Allah’tan su geçirmez :) Safa bizi böyle garip esprilerle güldürürken birden Neva'yı döver olmuştu. Sonra dizinin ana karakterleri olan yaşlılar kenarlara çekilmeye başladılar. Bir zamanlar ana kahraman olan bu kişiler artık yan rollerde ağlayıp, kahvaltı eder oldular (her kahvaltılarının vazgeçilmezi sucuklu yumurtadır ayrıca)



Kimler Geldi Kimler Geçti?


Bir de buna göz atalım müthiş sezon finali ile ilgili tahminlerden önce. Bu dizi kimlerin ekmek kapısı oldu bir bakalım:



Fadik Sevin Atasoy: Dizideki Rüya karakteri'ni ilk canlandıran kişiydi. Sonra O şimdi Mahkum, Zeynep'in Sekiz Günü gibi filmlerde ve Sev Kardeşim, Dudaktan Kalbe gibi dizilerde rol aldı.


Şahap Sayılgan: Ferhunde Hanımlar'dan beri tanıdığımız orada Bülent'i oynayan Şahap Sayılgan Bizim Evin Halleri'nde ise Badem Haluk'u oynadı. Bunun dışında Sihirli Annem ve bir kaç başka İstanbul dizisinde oynamışlığı vardır.


Burak Demir: Dizinin ilk Rüzgar’ı. Şimdilerde Genco'da baş gösteriyor. Aslında daha büyük bir rol için gitmiş İstanbul'a ama şans bu proje iptal olmuş.


Okan Şenozan: Sayhan ya da kısaca Say Say. Diziden bir ara ayrılıp İstanbul’da Sahra'da oynadı sonra orada işi bitince geri döndü diziye.


Mert Fırat: Kendisi gelecek vadeden yıldız adaylarımdan. Dizide Rüya'nın sevgilisi Bora'yı oynayan genç oyuncu şimdilerde Binbir Gece adlı abidik gubidik masal dizimizde Kerem'in zıpır kardeşini oynuyor. Yertsiz Yurtsuz'da da oynamışlığı varmış.


Emre Karayel: Dizide hangi rolü oynamış bir fikrim yok ama oynamış. Sonra bir yükselmiş pir yükselmiş. Bir İstanbul Masalı, Kurtlar Vadisi Pusu, Körfez Ateşi dizilerinde rol aldı. Onur Ünlü'nün Polis adlı filminde de oynuyor.


Sezin Akbaşoğlu: Dizide yanlış hatırlamıyorsam Rüzgar'ın sevgilisini canlandıran oyuncu daha sonra Beyaz Gelincik adlı dizide Ceren isimli ceylan bakışlı kızı oynamıştır. (Gözler açısında gerçek bir ceylan)


Deniz Gökçe Ezgi: Dizinin Dr. Şeyda'sı. Aslına bakarsanız şu anda fazla bir yere gelmişliği yok bu kızcağızın. Ama şu da bir gerçek ki buraya yazmazsam olmaz. Dizinin son kadrosu göz önüne alındığında en iyi oyunculuğu çıkarmaktadır. Sahneleri dikkatle izlenecek tek oyuncudur.

Elvin Beşikçioğlu:
Ankara'da çekilen birçok dizide görebileceğimiz bu oyuncunun bende ayrı bir yeri vardır. Fasulye adlı güzide kült olmaya aday Türk filminin baş kızını canlandırmıştır. Bunun dışında başka dizilerde rol almışlığı da vardır. Hatta adını hatırlayamadım bir Ankara sit-com'unun başrolünde oynuyordu.

Levent Ülgen: İşte dizinin en ünlülerinden. Bizim Evin Halleri’nde Nusret'i canlandırmış olan Levent Ülgen, En Son Babalar Duyar adlı Birol Güven yapımıyla zirveye çıktı. Bundan sonra da Gelin, Mahşer, Hayat Apartmanı ve Görgüsüzler de oynadı.

Taner Rumeli: Mert Fırat ile birlikte geleceğini parlak gördüğüm bir diğer oyuncu da Taner Rumeli. Kendisi bu dizide pek de başarılı bir oyunculuk (Çetin rolünü oynuyor) çıkarmasa da kendisini izlediğim tiyatro oyunlarında da, bazı kısa filmlerde de çok başarılı oyunculuk çıkardığına şahit oldum. En büyük artısı yakışıklı oluşu aynı zamanda ki, bu sayede başrollere yükselebileceğini düşünüyorum.

Emel Göksu: Dizinin Fincan Hala’sıydı. Buradan Mutluluk filmine oradan da Annem dizisine uçtu. Benim için şivesinin doğal olduğunu sandığım bu oyuncu aslında bayağı güzel Türkçe konuşabiliyormuş.





Bunun dışında da belki diziden daha ileriye gitmese de dizinin ünlüleri olmuş Berfu Öngören (Misket) ve Cantuğ Turay (Rüzgar) var ki kendileri adına internette açılmış fan kulüpler bulmak zor değil. Gene Şu sıralar Yol Arkadaşım adlı dizide de rol alan Ayşe Nil Şamlıoğlu da bu dizide rol almaktaydı.


Gelelim Sezon Finali Tahminine (Se8 Ep412)


-Spoileeeeeeeeer -


Çok derin kaynaklardan aldığım bilgilere göre bu sezon finali bu çocukla ilgili bir şeyler olacak. Rüzgar ile Bebek arasında hiç de hoş olmayan olaylar gerçekleşecek (Ne demek lan şimdi bu) Ki bir çok sitede dedikodular da dolanmaya başlandı. Berfu Öngören gideyazmaktaymış. Keriman öldü ama Dr. Güner'e ne olacak belli değil. Hele ki dizinin son bölümlerinde giden Şeyda'nın geri döneceğini umuyorum. Ama en büyük teorim Yaşlı çiftlerden Rikkat ile Peyami’nin de ayrılacağı. Nereden mi çıkardım: Hislerime dayanarak söylüyorum…


-Spoileeeeeeeeer-


Eh bu dizinin de böyle spoiler'ı olur. Benden kaybolan adalar, zamanda yolculuklar beklemeyin onun için Genco’ya bir bakmak işe yarayabilir. En büyük şokumuz Rikkat ile Peyami olur ki o da imkansız gibi duruyor… Hep beraber aslında ne zaman olacağını tam bilemediğim finalini bekleyelim ve görelim beklenenler gerçekleşecek mi diye. Tahminimse haftaya final yapmaları. Artık yaz tatilinde de aynı yapım şirketinin FOX için yaptığı Unutma Beni adlı doğuştan progresif diziyi izlerim. (Şaka lan! O kadar da değil)


Kaynakça:

- Annem (Kendisi müptelasıdır dizinin)
- Dizinin izleyebildiğim bölümleri ki bir elin parmaklarını 100’e katlar
- Şuradan buradan işte
- IMDB
- Diziler.com

HAYAL GÜCÜNÜN İZİNDE: JULES VERNE

Bugün az biraz hayal kurup günlük sıkıntılardan kurtulabiliyosam eğer, bunun en önemli sebeplerinden birisi de okuma hevesimi Jules Verne’in meşhur kitaplarıyla almaya başlamamdır. Okuduğum ilk kitapları, ilkokul sınıflarının o kırık dökük kütüphanelerinden çıkan, çoğu artık okunmayıp sadece sayfalarının çevrilmesinden harap olmuş, köşe bekleyicileriydi. Henüz bırakın Ay’a gitmeyi, temel bilimlerde bile açıklıkların bulunduğu bir dönemde, 1800’lü yıllarda, bugün gerçekleşmesi imkansız olan bi yöntemle de olsa, Ay seyahatini anlatabilmiş Jules Verne, yaşadığı süre boyunca, hakettiklerine pek de kavuşmuş bi insan sayılamazdı. Peki kimdir bu Jules Verne ?
HAYATI



1828’de Fransa’nın Atlantik yakası önemli şehirlerinden olan Nantes’da, avukat Pierre Verne’nin oğlu olarak doğar. Çocukluk döneminde yaptığı yakın çevre sandal gezilerinde, gemilere olan ilgisi, kendini seyahat ve macera hayalleri içine itmektedir. Yatılı olarak okuduğu Petit séminaire de Saint-Donatien’de, Amerikan Donanması için ilk denizaltıyı (USS Alligator) yapmış olan Brutus de Villeroi’den çizim ve matematik öğrenir, ayrıca ileride kitaplarında kullanacağı Latince’yi de gene bu okulda geliştirmiştir. Lise eğitimini tamamladıktan sonra, Paris’e hukuk okumak için gider. 1848 yılında Michel Carré ile birlikte operetler için librettolar hazırlar. İşi ve bu özel uğraşı arasında bir süre yaşamaya devam eden Verne, hep yapmak istediği konuda devam etmek için kolları sıvar. Fakat babası, oğlunun bu ilgisini farkettiğinde, kendisine maddi destek vermeyi keser. Bunun üzerine, hiç hoşlanmadığı bir meslek olan borsacılıkla geçimini sağlamaya başlayan Verne, aynı dönemde Alexandre Dumas ve Victor Hugo ile tanışır, onlardan yazıları ile ilgili tavsiyeler alır. 1857 yılında Honorine de Viane Morel ile evlenir, 1861 yılında Michel Jean Verne isimli oğlu doğar. Daha sonra başına çeşitli belalar açacak olan oğluyla, yaşı ilerledikçe daha sağlıklı bir ilişki kuracaktır.


Yazın dünyasında etkili olmasını sağlayan dönem, yayıncı Pierre-Jules Hetzel ile tanışmasından sonra başlar. Diğer yayıncılar tarafından çok "bilimsel” bulunan balonlar ve Afrika ile ilgili olan çalışmasını, yayıncısının yardımıyla geliştirerek, Balonla Beş Hafta’ yı yazar. Bu başlangıçtan itibaren, Verne’in ölümüne kadar yılda bir veya iki çalışma yayınlanır. Fakat asıl ününü ve zenginliğini, 80 Günde Devrialem eseriyle kazanacaktır.1870 yılında Légion d'honneur alarak şövalye ilan edilir. Unesco Index Translationum’a göre, dünyada en çok dile çevrilmiş beş yazardan biridir ayrıca.



Hayatının son demlerine yaklaşırken, bir gün paranoya hastası yeğeni Gaston tarafından iki yerinden vurulur. Birinci kurşun isabet etmemiştir, ama sol bacağına gelen ikinci kurşun kendisini ömrünün geri kalanı boyunca aksamak zorunda bırakacaktır. 1887 yılında, annesi ve yayıncısı Hetzel’in ölümleriyle derinden etkilenir. 1888 yılında Amiens şehri konsey üyeliğine seçilir, ve nihayet 1905’de diyabet hastalığı sebebiyle hayata gözlerini yumar.
NEDİR BU KADAR ÖNEMLİ OLAN ?
Aslında kendisini en önemli kılan özellik, kitaplarında o dönemde yaşayan insanlar için çok “uçuk” gelecek, televizyon, yüksek hızlı tren, sonsuz işlem yapan hesap makineleri ve dünya çapında iletişim ağı gibi icatlardan, sanki varolduğunu biliyomuş gibi bahsetmesidir. Tarihin bu noktasından bakıldığında, döneminin bilim adamlarının bile önüne geçmiş, alay edilme pahasına bu yeni hayallerinden bahsederek, belki de bugün yaşadığımız dünyanın temellerini atmıştır. “İnsan hayal edebildiği kadar vardır.” sözü, bence bu yazarı anlatmak için gayet uygun. Hayal etmeyi bi an olsun unutursanız eğer, en yakın Jules Verne kitabı imdadınıza koşacaktır.
Meraklısına Dipnot: Anadolu'da geçen macera romanı için: Kéraban-le-têtu

22 Haziran 2008 Pazar

Yalnız ve Güzel Ülkenin Kabullenilme Heyecanı


CannesNuri Bilge Ceylan'ın ödülü ve takdire değer ödül konuşmasıyla (Hatırlatmak için bir kaç anahtar kelime, hatta cümle: Yalnız ve Güzel Ülkem) kapatıp Euro 2008'i Orhan Pamuk'un Milli takım söyleşisi (Gene hatırlatmak için: Milli takımın milliyetçiliği körüklediğiyle ilgili olan) ve Fatih Terim'in Orhan Pamuk'a biçtiği "Yetersiz Milliyetçi" ünvanıyla açtığımız ve mucize diye nitelendirilen maçlar çıkardığımız yani heyecanla yatıp heyecanla kalktığımız şu günlerde bir soluk alacak vaktimiz bile yok ülke olarak. Aslında hep bir ağızdan her dilden dışarıya açılan yolları zorluyoruz. Daha da açığı kabul edilememenin, "öteki" olmanın verdiği hırsla kendimizi avrupaya kabullendirmek, avrupa avrupa duysun sesimizi istiyoruz...





Kurtuluş Savaşı... Kuruluş
Savaşı...


Fazıl Hüsnü Dağlarca Almanya'da Çöpçülerimiz şiirinde şöyle yazmış:

daha üçyüz yıl önce, omuzlarımızda gök yarısı bayraklar
eğilirdi bu ülkenin burçları uygarlığımıza,

şimdi ta bünyan`daki üç çocuk, ağızları açlıkla büyümüş

şimdi ta ereğli`deki dört çocuk, gözleri açlıkla iri iri

alır karanlıklar ardından göderdiğim kara lokmasını

sığmazken atalarımız güne, yarına,
düşmüşüm vay, düşmüşüm ben el kapılarına

Şair'in bu şiiri belirli açılardan doğru yaklaşımlara sahip de olsa asıl demek istediğiyse Osmanlı ne güçlü ne kuvvetliydi tarzı bir söylem oluyor. Yani aslında şair Osmanlı'yı tüm dünya kabullenirken bizim gibi fakir bir ülkeyi kimsenin kabullenmediğini söylerken bir yandan da geçmişe özlem duyuyor.

Ülkemizde bu (yanlış) özlemi duyan tek insan değil elbette Fazıl Hüsnü, şimdi çıksak sokağa sorsak insanlara en çok duyacağımız laflardan biridir bu: Osmanlı'nın gücü... Sonra bir zafer mi kazandık ülke adına, ne olursa olsun ister bir olimpiyat koşusu, ister cannes da sinema ödülü Osmanlı'nın torunlarıyızdır biz. Osmanlı tarihinin üstünde yatmaktayızdır.



Bu sözlerin aslında hepsinin altında basit bir olay vardır, şu anki Türkiye'nin 3. dünya ülkesi oluşu, yarı sömürge bir yapıyla dışarı bağımlı oluşu... Kısacası bugün ordu gücümüz şudur budur desek de aslında Osmanlı gibi istediği anda istediğine savaş açamayacak bir devlet oluşumuzdur. Her alanda geri kalmış her alanda denizin dibine çakılmışızdır neredeyse. Ve ne zamanki bir başarı görsek milletçe "Türkün gücünü gösteririz dünyaya" Eurovizyon, Dünya kupası, Avrupa kupası, şampiyonlar ligi... Film festivallerini saymadım bile. Bunlar gücümüzü gösterelim diye bize sunulmuş nimetler dünya ülkelerince (Medyanın, bu yarışmaların hale gelmesindeki etkisiyle tartışılmaz bir gerçek) Aslına bakarsak biz çocukları avutacak küçük uğraşlar, oyunlar bunlar Bir nevi ülkemizin 3 f kuralları: Antonio de oliveira salazar'a portekizi 40 yıl nasıl diktatörlükle yönettiniz sorusuna verdiği cevaptır bu 3 f: fado, fiesta, futbol. (Daha detaylı bilgi için buraya bakabilirsiniz.)

Bugünlerde de asıl önemli f futbol gündeminde ülkenin. Büyük şirketler milli duyguları sömüren reklamlarıyla televizyonlara dayandılar, bir yanda da mallarını satıp paralarını kazanıyorlar, haber bültenleri siyaseti unuttu (en unutulacak zamanıydı değil mi davalar eşiğinde) milli takım kampındaki canlı yayın ofislerine döndüler. Mehter takımları, dansözlerle, sibernetik yaratıkların zikirleriyle oryantalizmin dibine vurmuş bir halde milli maçları bekler olduk. Bunları gören insanlarımız da kabullenilmenin sevinciyle dünyayı umursamaz oldu.lar Hep beraber yarı finali bekliyorlar... Gücümüzü bir kez daha gösterim ayak seslerini duyurmak için...


Kısacası Avrupa ile Asya arasında bir köprü olarak görülen bu topraklar, avrupalılığı da asyalılığı da beceremeyen, becermesine izin verilmeyen bir toplumla başbaşa kalmış durumdalar. Böyle olayların böyle büyük sevinçler yaratmasının sebebi de bu...


Nostalji Yapalım Biraz

Günümüzde bilgisayar oyunlarının yükselişi durdurulmaz hale geldi. Her geçen gün daha bir gelişmiş daha bir gerçekçi şekilde karşımıza çıkıyorlar. Spor oyunları gitgide simülasyonlara dönüştüler. Rol yapma oyunlarıysa bire bir gerçek rakiplere karşı oynanır hale geldiler. Kısacası Bu oyunlar tüm dünyayı sarmış haldeler.

Olay tüm dünyayı sarma noktasına gelince benim de aklıma bir dönemin fenomeni üç dövüş oyunu geldi. 80'li yıllarda ortaya çıkan ve ilk oyunuyla bekleneni veremese de ikincisiyle efsane olan Street Fighter; Street Fighter karakterlerinden fena halde etkilenmiş karakterlere sahip olan ve Bilgisayar denen o zamanlar için yeni teknolojinin içinde yer alan bir oyun olması sayesinde Bir Amiga oyunu olan ve genelde o zamanlar atari salonlarında oynanan Street Fighter'ın tathtına oturan Body Blows ve "Amerikan askerlerini eğitmede kullanılıyor o yüzden böyle gerçekçi kan efektleri varmış bu oyunda olum" tarzı efsanelerin çıkış noktası olan Mortal Kombat.


Bu oyunlardan ikisi Street Fighter ve Mortal Kombat hala zaman zaman karşımıza çıkmıyor değiller. Tabii o zamanın basit grafikleri yerlerini 3D'nin dayanılmaz hafifliğine bırakmış halde.

Hatta bu iki oyunun filmleri de mevcut. Street Fighter filminin başrolünde Jean Claude Van Damme oynuyor. Film yapıldığı zamanlarda en popüler döneminde Van Damme. Türkiye'de zıplayarak tekme atabilen herkesin Van Damme'mım olum ben dediği dönemler...

Bu açıdan bakılınca biraz da taklite kaçtığını düşündüğüm Body Blow bu üçlünün en zayıf halkası olarak erkenden kayboldu. Diğer iki oyunsa varlığını sürdürme çabasında ama artık pek de eskisi gibi insanları kuyruklara dizmiyorlar.

O günlere dönüp bakınca dergi dergi combo vuruşların yollarını öğrenmeye çalışan neslin kısa süre içinde tarihi bir eser haline geldiğini görmek, teknolojinin hızını gösteriyor bana. Acı ama gerçek bir durum.

Şimdi hep beraber bu üç efsanenin şerefine kaldıralım kadehlerimizi.


Aduuuket...

 
Designed By OddThemes & Distributd By Blogger Templates