İleride, bundan yıllar sonra, futbol meraklıları turnuva tarihlerini incelerken Euro 2008’de yer alan Türkiye A Milli Futbol Takımı’nı muhakkak özel bir ilgiyle inceleyecek. Şu ana kadar oynanan 4 maç zaten bunun çok güzel işareti. İlk maçında, sahadan resmen silinen bir takımın, yenik götürdüğü ikinci maçı alıp, daha sonrasında unutulmayacak biçimde şık bir finalle bu grubu bitireceğini sanırım kimse hayal edemezdi. Hele dün gece oynanan maç, tahmin edilenlerden daha ötesini gösterdi hepimize. Tam her şey bitti derken, basket maçlarının son saniyesinde gelen atışlara benzer şut ve ardından penaltılar…Çeşitli koroner rahatsızlıkları olan insanlar için, Türk Takımı maçlarında ekran kenarında akıllı (!) uyarı işaretleri bulunmasını talep ediyorum efendim.. Kazanmak ve kaybetmekten daha önemli bişeye, dün gece hep birlikte tanık olduk: Ne olursa olsun, asla vazgeçme! Umudun tükendiği anlar da bile, mucizeler yardımına koşabilir!
Futbolun güzelliği nerededir ? Yani çok az kuralı olan şu basit oyunun neresi etkileyici olabilir ki canım ? Peşinden kitleleri sürükleyen bu oyunun cezbedici yanı nedir? Bu sorulara cevap vermeye çalışalım bakalım.
Açıkçası, ilk ne zaman maç izlediğimi veya futbol oynadığımı o kadar da net şekilde hatırlayamıyorum. Ama şu var; içinde veya kenarında olmanın bana mutluluk verdiğini keşfetmem, ilgimin artışını da beraberinde getirdi. Fakat bir süre sonra farkettim ki, oyunun kazanma-kaybetme duygusundan çok daha önemli getirileri var: bir grup insanın, beraberce bir mücadele vermesi ve bu mücadele uğruna ortak çalışmaları, onlara farkında olmadan inanılmaz bir aitlik ve özgüven duygusu vermekte. Zaten, sadece kazanma ve kaybetme uğruna olması, oyunu basit bir kumar aracı olmasından başka hangi noktaya sürükleyebilir ki?
Evet, belki şu an ülkemizde kitleler halinde takip edilen, uğruna inanılmaz paralar harcanan, çoğunlukla da olumlu getirisi olmayan bu spor, eğitimli kesim tarafından çok da uygun görülemeyebilir. Fakat benim bahsetmek istediğim futbol, kendini zaten belirli sayıda kazananı olan bir ligde, futboldan ya da futbolcudan çok renk faşizanlığının yapıldığı, döner bıçaklı kavgaların yaşandığı, yetmeyip tribünlerinde cinayetlerin işlendiği, mafya oluşumlarının süprüntülerini andıran sempatik (!) taraftar gruplarının bulunduğu, başkanlarının kirli para aklamak amacıyla kullanılan takımların, her türlü konfordan uzak, hüzünlü, insanın içini burkan stadyumların yer aldığı ve insana Sodom ve Gomore dönemini aratacak rezillikteki medya kurumlarının baş köşede olduğu karmaşık bir sirk dünyası değil elbet.
Benim ve benim gibi düşünenlerin bildiği, bilmek istediği futbol; ilk Dünya Kupası’nda olanları, savaş dönemlerinde bile insanların umutla takip ettiği maçları, Anadolu’dan gelen herhangi bir takımın sadece oynamanın zevkiyle bütün memleketi salladığı mücadeleleri ve esaret altında bile olsa, kurşuna dizilme pahasına oynayanların hikaye edildiği filmleri kapsayan, insanın içine zaferi, gururu, sevinci ve hüznü ve beraberliği ve takım ruhunu ve de daha fazlasını aşılayan, zerk eden spor veya sanat dalı. İşte böyle bir his yaşamak isteyenler için şimdi, benim de çok sevdiğim bir film olan Victory’den bahsetmek istiyorum.
Efenim, filmimiz eski sayılabilecek kadar seneleri devirmiş bi’ film, 1981 yılında çekilmiş. Yola çıktıkları nokta, 1960’larda Macar yönetmen Zoltán Fábri tarafından çekilmiş, ( ki kendisi çok mühim bi yönetmenmiş ülkede, çocukluk dönemlerimizden hatırlayacağımız Pal Sokağı Çocuklarını da filme almış ) Két félidő a pokolban (Cehennemde iki yarı – isme bak!- ) filmi imiş. Bu filmin yeniden kurgulanması sonucu elde edilen yeni senaryo, meşhur oyuncular Michael Caine ve Sylvester Stallone’nin yanında aralarında Pelé, Ardiles gibi önemli futbolcuların da yer aldığı bir ekiple tekrar çekilmiş. Konusuna gelecek olursak, futbol meraklısı üst düzey bir Alman subayının (Max Von Sydow) esir tuttukları müttefik askerlerinden oluşan bir takımla, Alman Takımı’nın oynayacağı maçı propaganda olarak kullanmak istemesi üzerine yaşananlar, birlik beraberlik duygusu, belki de futbolun o insanı büyüleyen estetik yönü.
Maç Müttefikler için tam bir hezimet yönünde devam etmekte iken, sadece beraber mücadele etmenin zevki için, onur ve daha fazlası için sahaya dönerler. Her türlü kısıtlamaya rağmen de, sonunda mücadeleye inanarak “özgürlüklerini” elde ederler. Filmi izlemiş olanlar hatırlayacaktır; son anda bütün tribünlerin (ki işgal altındaki Paris’te oynanmaktadır maç) hep bir ağızdan “La Marseillaise ”’i söylemesi, insanın tüylerini diken diken etmekte. Ama bence, filmin doruk noktasına ulaştığı an, Pelé’nin o inanılmaz vuruşunu yaptığında, Alman Binbaşı’nın yerinden ok gibi fırlayıp, çılgınlarca alkışlamaya başladığı sahne. Ne diyelim, en kötü savaşlarda bile, rakibe saygıyı kaybetmemek herhalde bu olsa gerek.
Serkisof'un sayesinde gerçek anlamda tanıştığım bu güzel film gerçek bir olaydan esinlenilmiş sayılabilir aslında. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Dinamo Kiev Takımı ikinci Dünya savaşı yıllarında esirdir ve Nazi'lerle maç yaptırılır zorla. Maçın ilk yarısı 1-1 bitince Nazi'ler Kiev takımını uyarır yenilmeleri lazımdır yoksa kurşuna dizileceklerdir. Maçı Kiev'liler yanlış hatırlamıyorsam farklı bir skorla yenerler ve elbette kurşuna dizilirler. Filmde kurgu tam olarak bu olmasa da bu kurguya yakın bir seyirde ve bir Amerikan filmi tadındadır. Tek fark budur filmde. iyiler sonuçta kazanır :)
Teşekkürler Serkisof
Yorum Gönder